Yaptıkları fedakârlığı bu millet asla unutmayacaktır. Çünkü hain darbe girişimi şunu apaçık ortaya koymuştur ki düşman sinsice yaklaşıp, hep en can alıcı yerden vuruyor. Bu hain teşebbüs aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, Türkiye ve Türk düşmanlarının hiç boş durmayacağını bir kez daha çok acı bir şekilde kanıtlamıştır. Milletin önem verdiği tüm manevi değerler yerle bir edilerek, devletin çökmesiyle beraber maneviyatının da çökmesi tasarlanmıştır. Dindar ve din adamı kisvesine bürünmüş düşmanlar milletin içine nüfuz etmiş ve milleti bu şekilde etki altına alarak planladıkları doğrultuda adım adım sona doğru yaklaşmışlar ancak vatanseverlerin çelik iradesi sayesinde hain planlarına ulaşamamışlardır.
Bu hadiseler ve bu hainlerin planları ilk açığa çıktığında büyük bir travma ve hayal kırıklığı millete egemen olmuş bir Türk, bir Müslüman bunu yapar mı, kendi devletine ihanet eder mi? Sorularını sürekli birbirlerine sorar olmuşlardır. Oysa bu, 3000 yıllık devlet geçmişimizin son 1000 yılında devleti hedef alan ve bahanesi din olan ne ilk ve bu gidişle ne de son saldırı olacaktır. Tarihe çok meraklı olmayan sade vatandaşın bunu elbette bilme şansı yoktur ancak devlet hafızasının bu tanıdığı düşmanlara karşı tekrar hazırlıksız yakalanması bizim için problemin en büyüğünü teşkil etmektedir. Çünkü Selçuklu Devleti zamanında ki Hasan Sabbah önderliğindeki Haşaşiler ile başlayan din adamı liderliğindeki terör saldırıları(1090), Babailer İsyanı(1239) ile sürmüş Osmanlı Devleti’nde Şahkulu İsyanı(1511), Kalender Şah İsyanı(1527), Celali İsyanı(1591-1611), Kadızadeliler İsyanı (1656-1685) gibi kişilerin önderliğinde aynı şekilde devam edip Cumhuriyet döneminde Şeyh Sait İsyanı(1924) ve Dersim İsyanı(1937) olarak tekrar karşımıza çıkmıştır. Ancak bunda şaşılacak bir şey yoktur, çünkü sosyolojinin babası İbn-ı Haldun “dünle bugün suyun suya benzediği gibi birbirine benzer” diyerek olayların tarihsel süreçteki benzerliğine dikkat çekmesine, devletimizin ve bizim bu evrelerden tarih boyu birçok kez geçmemize rağmen aynı yerden zehirlenmeye devam ediyor, aynı silahla sürekli vuruluyoruz. İşte bu problemi gördüğü için tekkeye gidip zikr çekmesine rağmen Atatürk’ün tekke ve zaviyeleri kapatması bir anlam ifade etmektedir. Türk devlet geleneğinin en vazgeçilmez anayasası yani töresi “Devlet-i Ebet Müddet” anlayışıdır. Çünkü ilk Türk Devletlerinden bu yana Türk hakanlarının birinci görevi “Nizam-ı Alem” dediğimiz dünyanın düzenini sağlamaktır. Bu düzeni sağlamak için Tanrı’dan aldıkları kutla bu görevi yerine getirmişler ancak asla Mısır Firavunları gibi bir Tanrısallık üstlenmemişler bununla birlikte Tanrı’nın yeryüzündeki ordusu, kırbaçı veya gölgesi olmuşlardır. Kendisine Tanrı’nın kırbacı diyen Atilla ile kendine Allah’ın gölgesi diyen Fatih Sultan Mehmet’in devlet anlayışı aynıdır.
“Cengiz Yasası” da denilen örfe dayalı bu kanunlar hakanlar tarafından hep korunmuş, hakanlar bu gücü hiç kimseyle paylaşmamışlar ve başka bir otoritenin varlığını kabul etmemişlerdir. Türklerdeki bu anlayış her zaman devam etmiş, Hakan’ın yanında olan şaman içinde, Selçuklu Sultanları himayesindeki Abbasi halifesi içinde, Osmanlı Sultanları’nın emrindeki Şeyhülislam içinde değişmemiştir. Türkler de dine ve din adamına verilen önem son derece büyükken, din adamlarına devleti idare etme yetkisi asla verilmemiştir.
Bu ilelebet sürmesi istenen devlet nizamı anlayışı, Türklerin kurduğu bütün devletlerde, bazı ufak tefek anlayış farkları olsa da Cumhuriyet Türkiyesi’ne kadar devam etmiştir. Bu kadar uzun süre devam edebilen devlet geleneğinin en önemli sırrı işte bu din ve devlet otoritesi arasındaki kesin ayrımdan kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak Türk devlet geleneğinde Hakanlar ve Sultanlara göre herşey devlet içindir, din de devlet içindir, çünkü devlet yaşamadığı takdirde yani Türk Devleti olmadığı takdir de İslamiyet’in de yaşamayacağını düşünmüşlerdir. Yani bu devlet yaşamalıdır ki İslamiyet’te var olmalıdır. Bu anlayış Türklerin İslamiyet’e girişinden Cumhuriyet Türkiyesi’ne kadar devam etmiştir.
Ecz.Bahtiyar Murat ARAS